Sait Faik Abasıyanık'ın Kaleminden Doğanın Ayak Sesleri
“Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir ‘hişt hişt!..’ sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları...” Sait Faik Abasıyanık’ı okumak; insanı, doğayı, hayatı onun gibi sevmeyi öğrenmektir. Başında kasketi, elinde kâğıdı ve kalemiyle sokaklardan hikayeler toplayan bu büyük hikayeciyi birlikte tanıdığımız yazımızda; onun dünyasını keşfediyoruz. Siz de yaşamın fark edemediğimiz küçük ayrıntılarını içtenlikle anlatan Sait Faik’i tanıdıkça bazen okuduğunuz satırlarda, bazen uçan kuşların ötüşünde, bazen de bir sonbahar rüzgarında o “hişt, hişt!..” sesini duyabilirsiniz.

Sait Faik Abasıyanık’ın Kaleminde Doğanın Ayak Sesleri
Bir insana baktığımızda onda ilk ne görürüz? En çok yüzü dikkatimizi çeker, belki sonra gözlerinin şekline bakarız. Konuşurken yaptığı mimikleri izleriz. Sonra; nasıl güler, düş kırıklığı yüzünde nasıl vücut bulur, yavaş yavaş öğreniriz. Ama bir kişi var ki insana baktığında bunlardan fazlasını görebilmiş, hem insanın iç dünyasını hem de doğada bir döngü halinde süregelen kıpırdanmayı bizlere en güzel haliyle yansıtabilmiştir.
Sait Faik Abasıyanık, Çehov tarzı durum hikayesinin edebiyatımızdaki en önemli temsilcisi olup çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılar nedeniyle edebiyatımızın köşe taşlarından biri olarak kabul edilir. Haldun Taner’in “sevimli bir aylak” olarak tanımladığı Sait Faik, hikayelerinde yaşamın hiç fark etmediğimiz küçük ayrıntılarını duru ve içten bir dille anlatır.


Sait Faik Abasıyanık’ın yazarlıkla tanışması lise yıllarına rastlar. İlk hikâyesi “İpekli Mendil”i, Bursa Erkek Lisesinde edebiyat ödevi olarak yazar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine iki sene devam ettikten sonra ayrılmış olsa da üniversitede okuduğu dönem evinin ve okulunun yakınındaki kıraathanelere gitmesi onu sanat ve edebiyat çevreleriyle yakınlaştırmıştır.
Yazar; babasının isteği üzerine iktisat okumak üzere İsviçre'nin Lozan şehrine gitmiş sonrasında Fransa’ya geçmiş, yine bir dönem babasının teşvikiyle ticaret yapmayı denemiştir. Ancak yazma tutkusu; onu yine sokaklardan, çarşılardan, kahvehanelerden ve denizden hikayeler toplayan o “aylak adam”a dönüştürmüştür.
Sait Faik, hayatının büyük bir bölümünü annesiyle Burgazada’da geçirmiştir. Onun bu adalı kimliği hikâyelerinde kimi zaman bir topal martının çığlığında kimi zaman da köpeğine derdini anlatan bir adamın başka kimselerin duymadığı sözlerinde ses bulmuştur. Annesi Makbule Hanım’ın deyimiyle “dolabında her şey bulunduğu hâlde ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü gün eden” Sait Faik’i Burgazada’da elinde kalemi ve kâğıdı, kulaklarında deniz meltemi, zihninde yazacağı hikâyelerinin tasarısıyla hayal etmek zor değildir.
Peki ne anlatır Sait Faik? Hikâyelerinde aslında her şeyden bahseder. Tabiata, insana, özünde yaşama sevgiyle bakmış ve gördüklerini yazmıştır. Kendi iç farkındalığı; onu dünyanın farkında olan biri haline getirmiş ve sevgiyi, yalnızlığı, acıyı en naif haliyle hikâyelerine yansıtmıştır. “Kitaplar; bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmişler.” der bir hikâyesinde.
Yaşar Kemal, Sait Faik’i şöyle anlatır: “Sait her yönüyle halktandı. Onları seviyordu. İhtiyar hallacı, Ramazan’ı, Panco’yu, Melek’i, Kondos’i, hani ‘Birtakım insanlar’daki Ali Rıza var ya, Hikmet var ya, onları candan seviyordu. Bıraktığı on üç eseri; aşkla, sevgiyle, tonla dolu bir destandır. Bir büyük şehrin, fakir, emeklerinin karşılığını alamayan iyi insanlarının destanıdır.”


